27 Eylül 2011 Salı

Avcı-Toplayıcı Topluma Dönüş


 
İnsanın ilk haritası “erkeğe” ve kadına” göre çizilmiştir ve cinsiyet sistemi doğal değil, tarihsel ve toplumsal bir pratiktir. Doğuştan gelen fizyo-biyolojik kadın ve erkek cinsiyetleri “biyolojik cinsiyet”, kadınlık ve erkeklik rollerinin toplumsal yapı tarafından biçimlendirilmesi ise “toplumsal cinsiyet” olarak ifade edilir. İnsanlık içinde ayırım çizgilerini oluşturan toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf kuramları üzerindeki baskılar, insanın doğadan ayrılma sürecini hızlandırmıştır.

Toplumsal Cinsiyet ve Doğanın Ayrılması
Toplum içinde cinsiyete bağlı ilk farklılaşma avcılık-toplayıcılık döneminde gerçekleşmiştir. Erkeklerin avcılık, kadınların ise toplayıcılık yaptığı bu dönmede, ilk iş bölümü erkekleri “hayat alıcılar” ve kadınları “hayat vericiler” olarak öne çıkarmıştır . Avcı-toplayıcı topluluklarındaki ilişkiler, ortak çalışmaya ve ortak paylaşmaya dayanan eşitlikçi ilişkilerdi. Bu yüzden ilkel toplulukta birey-topluluk çıkar çelişkileri yoktu. İlk Neolitik Çağ’da, kadınlar, tahıl ve tohumların yeniden üretilebildiğini keşfettiler ve çapa ile tarım yapmaya başladılar. Bu dönemde, toplum yapısı dağınık, barışçıl ve anaerkildi. Orta Neolitik Çağ’da çapa yerini sabana bıraktı. Erkeğin üretim gücünde aktif rol almasını sağlayan saban tarımına geçmesiyle erkeğin kadına, kendisine ve doğaya hükmetme süreci de başlamış oldu. Göçebe topluluklar yerine kasabalar ve kentler oluşmaya başladı. Tohumun bir sonraki yıla saklanabildiğinin keşfi ile birikim ve özel mülkiyet kavramları ortaya çıktı . Erkek-avcı gruplarının savaş gruplarına, sonrasında, yönetici din sınıfından, küresel ölçekli şirket sahiplerine kadar geniş yelpazede geçişler vardır. “Doğanın Düşmanı” adlı kitabında Joel Kovel, “Doğanın toplumsal cinsiyet yoluyla ikiye ayrılması süreci, cinsiyetler ile insanlık ve doğa arasındaki ilişkileri şekillendirerek ekolojik krize kadar devam etmiştir.” sözü ile ekolojik krizin kökenini, ataerkil tahakkümün tarihsel izlerinde bulmuştur. (Alıntıdır)

Uzun zamandır aklıma takılan bir konu bu. Bakmayın yazının girişindeki "ciddi" alıntıya siz, benim tespitlerim biraz daha farklı olacak. Bunu okuyan sizlerin de düşüncelerini merak etmekteyim aslında.

Avcı toplayıcı toplumda erkek avcı, kadın da toplayıcı konumda, onu anladık. Bu durumu günümüzle ilişkilendirirsek şöyle durumlar çıkıyor ortaya;

Biz kadın olarak "toplayıcı"larız. Herşeyi topluyoruz aslında. Mesela hatıraları topluyoruz. Güzel bir an yaşadığımızda bize o anı hatırlatan objeler toplamaya bayılıyoruz mesela. Tahminimce bütün kadınlar hayatlarının bir döneminde sevgilileriyle beraber gittikleri sinema filmlerinin biletlerini, kendisine atılan mesajları ya da arkadaşlarından aldıkları hediyelerin paket kağıtlarını bile biriktirmiştir. Tamam itiraf ediyorum ben hala bir kısmını yapıyorum. Özellikle hediyeler kısmıyla ilgili zaafım var, hediye paketlerini bile atamıyorum çok sevdiğim birinden geldiyse özellikle. Ama tabi baktım evde yer kalmamaya başladı, çöp eve dönüşmekten korktuğumdan mütevellit çok daha seçici olmaya başladım bu konuda. Ama bütün okul hayatıma ait, ne zaman ve nerede işime yarayacağını bilmesem de, ders notlarım, defterlerim hala ayrı bir odada klasör klasör arşivlenmiş bir şekilde durmakta.(bknz: Lisans 3. Sınıf II. Dönem Klasörü)

Siz benim kadar manyak olmayabilirsiniz tabi en doğal hakkınız. Ama en azından alışveriş yapmaya bayılmıyor musunuz ey kadınlar hadi itiraf edin. Gezmek için gittiğiniz bir yerden en azından ufacık birşey almıyor musunuz anı olarak?

Avcı toplayıcı toplumda, "Hayat verici" konumda olan bizler çiçek ya da evcil hayvan beslemeyi sevmiyor muyuz? En büyük çiçek bakma özürlüsü olarak ben bile ofisimde susuzluktan boynunu bükmüş çiçeğime su verdiğimde canlandığını gördüğümde bir sevindim yani ne yalan söyleyeyim. 
Sonra içgüdüsel olarak belki (derinine inmek lazım tam emin değilim) bir çocuk nasıl tutulur en temel olarak nasıl bakılır en azından merak ediyoruz ve çoğumuz da bunu becerebiliyoruz. 

Şimdi yazının bundan sonraki kısmı için çok fena bir feminist damgası yiyeceğim gibi gelse de devam edeceğim.

Erkekler canımız ciğerimiz. Başımızın tacı. Tabiki birazdan vereceğim örnekler tüm erkekler için geçerli değil. Mutlaka pek çok istisna durum söz konusu. Affınıza sığınarak bir kaç tespitimi paylaşmak istiyorum.

Sabahları işe giderken yolumun üstünde toplanmış bir grup gencin boş boş ikamet ettiği bir sokak başı var. Ve o sokaktan her gectiğimde mutlaka ya bir ya iki tane laf yemekteyim. Bu adamlar tek başlarına olduğunda hiçbirinin gıkı çıkmaz. Ama topluluk halinde olduklarında heyhat! Hepsi aslan kesilirler. 

Aynı şey maça giden gruplar tarafından da gözlenmekte. Normal şartlar altında o küfürleri sokak ortasında bağıra bağıra söylediklerinde tepki alacaklardır ama gelin görün ki bir maç günü 10 tane adam bir araya gelir ve ana avrat küfür eder. 

Sonra "Kahvenin önünden geçmeyeyim şimdi" diye yolunuzu değiştirdiğiniz hiç olmadı mı? Sebep, o ortamın onların doğal yaşam alanı olmasından dolayı, siz geçerken artık laf mı atarlar, öküz gibi süzerler mi, yoksa allaan kaldırımında kamuya açık alanı bütün özgüvenleriyle işgal edip sizin geçişinizi zorlaştırırlar mı bilemem. Ama mutlaka bir ürkmüşlük oluyor bazen.

Ya da araba kullanma olayının tamamen kendilerine aitmiş gibi davranmaları gerçekten sinir bozmuyor mu? Neden? Çünkü erkekler trafik kurallarına uymuyor, kendi aralarında anlaştıkları bir kurallar sistemi var ona göre hareket ediyorlar. Tamam bazı kadınlara ait araba kullanma şekline ben de inanamasam da, çoğu kadın da kendini erkeklerin sıkıştırmalarından, deli gibi sollamalarından ya da abuk sabuk hız atraksiyonlarından dolayı emniyette hissetmiyor. (Bütün suç erkeklerin değil tabiki, bu araba olayına ait de bir yazı yazacağım bi ara acayip tav oluyorum.)
Futbol apayrı bir olay zaten. Geçen günkü Fenerbahçe Maçına giden kadın izleyicilerle dalga gecen, onları yerden yere vuran bi dünya haber okudum gazetede. Sebep yine futbol eşittir erkek düşüncesi. 

Dikkatinizi çekerim bu örneklerin hepsinde bir dışarı ortamı var. Ve sevgili erkeklerimiz, özellikle beyni çükünden daha az gelişmiş modelleri, dışarı ortamını tamamen kendilerine adadıklarından, dışarıda herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda ya da konumda bir kadının varlığını anlayamıyorlar. Ve hele de grup halindelerse, bütün gücün kendilerinde olduğuna tamamen kanaat getirip, "çok kişiyiz bize kimse bir şey yapamaz" mantığıyla ortalığı bok ediyorlar. 
Şimdi sorarım size, 2011'in Türkiye'sinde, avcı-toplayıcı toplum içgüdüselliğini biraz daha şekillendirmemiz gerekmiyor mu? Rolleri paylaşmamız, kimi zaman birbirimizin yerine geçmemiz, birbirimize yardım etmemiz gerekmiyor mu?

Merak etmekteyim, bir yardım edin bana...

18 Eylül 2011 Pazar

Kökü sizde

Okurken bunu dinlerseniz ballı ekmek kadayıfı olur.

Eskiden, ben henüz büyümemişken (küçükken demek tuhafıma gitti şimdi), deli gibi Bilim-Teknik Dergisi okurdum. Hatta o zamanlar kendime uygun bir de Fizikçi erkek arkadaş edinmiştim. Yanlış anlaşılma olmasın, önce Bilim-Teknik ile aşkımız başladı sonra Fizikçi buldum, sıralama bu şekilde.

O dergilerin birinde -şimdi kimin hangi teorisi olduğunu hatırlayamasam da, muhtemelen Einstein'dır, son zamanlarda kayda değer pek bi gelişme olmadı O'ndan sonra zaten- algıladığımız çevremiz kadar var olduğumuzu söylüyordu. Yani diyelim ki bizler bir toplu iğnenin üstünde yaşayan varlıklarız, Bütün dünyanın o toplu iğne kadar var olduğuna inanıyoruz. Halbukisi, toplu iğne dediğin nedir ki dikiş kutusunun yanında ya da dikiş kutusu nedir ki koca koca evlerimizin yanında ya da evlerimizi nedir ki koskoca Dünya gezegeni yanında ya da... diye bu örnekler sürer gider.

Şimdi azizim ben burdan felsefeye bağlıcam hazır olun.

Hayatınızda diyelim toplam 10 kişi tanıyorsunuz. Tabi diğer insanların da varlığından haberdarsınız ama sadece bu 10 kişiyle herhangi bir iletişim halindesiniz. Dünyanın geri kalanının da o insanlar ve türevlerinden oluştuğunu düşünüp oturup diyorsunuz ki, "Hacı ben çözdüm olayı". İşte o an "zönk" diye bir ses efekti veriyor dünya size, ahlaka mugayyir bir hareket çekerekten İzmir marşıyla evinize uğurluyor.

Ya da diyelim ki, her gün işinize ya da okulunuza doğru yürürken hep kafanızı önünüze eğiyorsunuz ve sadece kaldırım taşlarını görüyorsunuz. Sonra da diyorsunuz ki "Aman işe/okula gitmek de ne kadar sıkıcı birşey, her yer taş/kaldırım."
Örnekler çoğaltılır, üşenmiyorsanız yapın.

Son olarak diyelim ki siz bir insan evladı seviyorsunuz. Diyorsunuz ki "Aman benim yarim bir tanedir, ondaki kaş kimselerde yoktur, beni ondan başka kimse mutlu edemez, ben hayatımın sonuna kadar öyle birini bulamam/aşık olamam" Ben de diyorum ki size "Etrafınıza bakın". Dünya üstündeki bütün insan türlerini tanıyor ya da biliyor olamazsınız. 10 kişiden daha kalabalık bu dünya. Ve yollar hep taş/kaldırım değil, yeşillikler, insanlar, kediler, köpekler, sabahları kepenklerini açtığı için mutlu olan insan var.

Ve evet O'nu çok sevmiştiniz, ama korkmayın gene seversiniz, kökü sizde nasıl olsa gene uzar kalbiniz.

12 Eylül 2011 Pazartesi

düşündüm de

Aslında o kadar da uzak değiliz.
Benim tenime değen rüzgar bi zaman sonra senin nefesin olur,
Her gün aynı güneşi görüp uyanırız,
Ve bastığımız toprak aynı yerküreye aittir.

O yüzden şimdi gelme,
Ben bu heyecanlarla bile zor yaşarken,
Varlığını yanımda hissedip kaybolmaya hazır değilim,
Henüz..