25 Şubat 2010 Perşembe

“Tam da o anda...”

Nerden icab etti bilemesem de yazma gereği duydum yine. Şu hani Türk ailelerinin %90’ının evini “O”na göre şekillendirdiği televizyon hakkında bir kaç satır birşey yazmak niyetindeyim.
Size tabiki televizyonun tarihçesinden ya da teknolojisinden bahsetmeyeceğim. Her akşam yayınlanan dizileri ilgilimi çekiyor daha çok. Ve bu dizilerin bizim hayatımıza etkileri. Birine anlatırken “Tam da o anda” diye bahsettiğimiz sahneler çok dikkatimi çekiyor bu ara. Ezel’de Ramiz Dayı tam da o anda bir telefon edip işleri tersine çeviriyor, Yaprak Sökümü’nde tam da o anda duyulan telefon konuşması herşeyi alt üst ediyor, Kavak Yelleri’nde tam da o anda elinde morfin şişeleriyle gelen Deniz, öldü diye morga gönderilen arkadaşının hayatını kurtarıyor, Canım Ailem’de Meliha Hanım’a evlenme teklif edilir ‘kötü adam’ tarafından bilin bakalım ne olur? Meliha Hanım’ın biricik aşkı Samim tam da o anda sevgilisinin oturduğu kafenin önünden takayla geçerek seranat yapar ve tabiki mutlu son.
Bunlar güncel örnekler, sinema ya da tiyatro metinlerini de incelediğiniz zaman pekçoğunda buna benzer örnekler bulabilirsiniz.
Buraya kadar iyi hoş da, bu “tam da o anda” düşüncesi pek de hayırlı sonuçlar doğurmuyor, doğurmayacak. Çünkü biz, yavaş yavaş, bunları seyrede izleye gerçek hayatın da böyle olduğunu düşünmeye başlayacağız (belki de çoktan başladık) sonra her sıkıntılı anımızda, adrenalin tavana dayandığında birinin çıkıp bizi kurtaracağını bekler bulacağız kendimizi. Sonra yavaş yavaş hayatımız kötüye gidecek, beyaz atlı prensi beklemeye başlayacağız. Günlerimiz anlamsızlaşacak, eros’un bize ok atması için dua eder olacağız. Hayata sövüp sayıp yine de herşeyi güllük gülistanlığa çeviren birini arayacğız...
Bu liste böyle uzayıp gider. Siz anladınız beni. Bahsettiğim, dizilerin en masum etkisi “umut etmek”. Daha beter etkileri de var ama şimdilik bu kadar.
Demem o ki; biraz daha dikkatli seyredelim şu dizileri, bakalım bize hangi oyunlar oynanıyor.

23 Şubat 2010 Salı

İstanbul Nasıl Bir Şehir? -3-

Dün akşam işten eve giderken ve ben metrobüste kalabalıktan iki büklüm olmuş bir vaziyette ama hızla ilerlerken, diğer insanlar özel araçlarında "konfor" içinde trafikte sıkışıp kalmışken dedim ki kendi kendime "İnsanlar neden istanbul'da araba kullanmak ister ki?" Onlar da belki de bana şöyle derler "Metrobüste 15 dk sıkışıp kalmaktansa, kendi arabamızda 3 saat trafikte sıkışırız daha iyi."
Sonra sabah kendi dini inancınca konseptini belirlediği kitaplardan birini okuyan bir adam gördüm, yanında oturan da göz uzucyla da olsa pek bir ilgiliydi kitaba, sonra kitabı okuyan adam yanındaki adama o kitabı hediye etti bir de nedendir bilinmez bir de kalem verdi. Bir an göz göze geldik adamla, belki doğru belki yanlış yüzünü bir ekşitti adam bana bakınca. Ben de dedimki kendi kendime "Bu adam bana belki kıyafetim onun dini inançlarına uymadığı için ön yargıyla yüzünü buruşturarak baktı ya da belki ben bunları düşünüyorum çünkü ben de bu adama karşı önyargılıyım. O zaman birbirimizden ne farkımız var." Velhasıl, önyargı kötü birşey.
Sonra poğaça almak için girdiğim bir pastanenin tezgahtarı hoplayıp zıplayarak işine daha fazla hız kazandıracağını düşünerek çalışıyordu. "Yaptığı işe insanın kendinden birşeyler eklemesi" ya da "İşini kaybetmemek için bu kadar çaba sarfetmesi" güzel birşey dedim kendi kendime.
ya da belki de adamın tiki vardı, bilemedim.

20 Şubat 2010 Cumartesi

karar

Hayata gelme amacımın, hayata gelme amacımı bulmak olduğuna karar verdim.