30 Ekim 2010 Cumartesi

Can Yücel - Erkek Dediğin

Seni Elinin Tersiyle değil Avucunun İçiyle Kavrayacak.
Bileceksin Ki Emin Ellerdeyim,
Başkası Tutamaz Elimi Böyle.
Rahat Olacaksın Yanında,
Çok Konuşmayacak, Beynini Didiklemeyecek.
İnce Olacak; Seni Senin Kadar Düşünecek.

Erkek Dediğin, Sen Onu Merak Ettiğinde
Kendisine Hesap Soruluyor Havalarına Girmeyecek.
Senin İnceliğine Karşı Umursamaz Sözler Sarf Etmeyecek.

Erkek Dediğin, Kadının Sinirini Bozmayacak,
Cinlerini Tepesine Çıkarmayacak, Sanki Sen Onun İçin Varmışsın
Her Ne Zaman İstese Emrine Amadeymişsin, O Ne Yaparsa Yapsın
Her İstediğinde Yanında Elinin Altında Olacakmışsın Tiplerine Girmeyecek.

Erkek Dediğin, Sen Ona Sevgini Hissettirdiğinde,
Sen Ona Kayıtsız Şartsız Asıkmışsın Gibi Havalara Girmeyecek.

Erkek Dediğin İlgi Gördüğünde İlgiyle,
Sevgi Gördüğünde Sevgiyle Karşılık Verecek.

Erkek Dediğin, Sen Onun İçin Kendine Baktığında,
Sırf Ona Daha Güzel Görünmek İçin Giyinip Kuşandığında
Hiçbir Şey Olmamış Gibi Davranmayacak.

Erkek Dediğin, Ruhunu Okşamasını Bilecek.
Romantik Olacak Kimi Gün Habersizce Kucağında
Çiçeklerle Çıkıp Gelecek.
Özel Günleri Unutmayı Marifet Sanmayacak.

Erkek Dediğin, Kayıtsız Olmayacak Senin Bütün Zarafetine Karşı.
Gerçekten Seven Bir Kadın Sevgi Ve İlgi Bekler,
Erkeğine Verdiği Aşkın Karşılığında Küçük Bir Tatlı Söz,
Kısa Bir Mesaj, Bir Çağrı Bile Onu Mutlu Edebilir.

Erkek Dediğin Bütün Bunları Cebinden Para Harcıyormuş Gibi Cimrilikle Yapmayacak.

Erkek Dediğin, Ben Aranmayı, Çok Aramayı Sevmem Demeyecek.
Erkek Dediğin, Her Şey Kendi İstediği Gibi Olsun İstemeyecek.
Sadece Kendi Caninin İstemesine Bağlamayacak Her Şeyi.

Erkek Dediğinin, Hissettiğiyle Yaptığı Şey Arasında Uçurum Olmayacak.

Erkek Dediğin, Cesur Olacak Cesur.
Seni Seviyorum Derken Korkmayacak,
Başka Şeylerin Arkasına Gizlenmeyecek.
Seviyorum Deyip Bir Sonraki Perdede Kaçmayacak,
Özlüyorum Diyorsa Gelecek, Kaybetmek İstemiyorum Diyorsa Kaybetmeyecek.

Erkek Dediğin Aşkına Sahip Çıkacak.
Korkak Olmaz Erkek Dediğin.
Erkek Dediğin İyi Sevişecek. Koyun Gibi Yatmayacak,
Bir An Önce Su İs Bitse Demeyecek.
Aşksız Yatmayacak Yatağa Ve
Sen Bunu Bileceksin.
Bir Baba Şefkatiyle Seni Alnından Öptüğünde Bileceksin Ki
Sevgisi Geçici Ve Zayıf Değildir.

Erkek Dediğin, Ve Sevgiyle Öptüğünde
Dudaklarından Bileceksin Ki Opusun Tek Sebebi Şehvet Değildir.

Erkek Dediğin Aldatmayacak. Aldatmak Basitliktir.
Seviyorum Diyorsa Aldatmaz Erkek Dediğin.

Aldatıyorsa Sevmiyor Demektir.

Erkek Dediğin Yakışıklı Olacak, Çekici Olacak Ama
Bundan Çok Daha Öte Bir Şey...


Erkek Dediğin, Zeki Olacak. Kadının Küçük Yalanlara,
Bahanelere İnanmayacağını, Kendisini Kendi Gibi Tanıdığını Bilecek.
Kadının Zekasını Küçümsemeyecek Kadar Zeki Olacak.
Zeki Olacak, Seni Bir Hamur Gibi Karmasını Bilecek, O Hamura Kendisini Katmasınıda.

Erkek Dediğin, Değerlerini Bir Anlık Hevesler Uğruna Satmayacak.
Namussuzluğunu, Ahlaksızlığını Ancak Ve Ancak Seninle Yataktayken
Kullanacak.
Yan Gözle Hatun Kesmeyecek, Üstüne Sevgili Edinmeyecek.

Erkek Dediğin Önce Sevecek. Kendini Sevmeyen Erkekten
Kimseye Hayır Gelmez.
Bir Bakarsın Ki Yıllar Sonra Bu Adamla
Ne Yatağa Sığıyorsun, Ne Toprağa...
Koluna Girip Gezmesini Bileceksin Gururla Koynuna Alıp Sevişmesini De.

Erkek Dediğin, Babalığını Da Bilecek, Ana-Babaya Hürmet Etmeyi,
Kadir Kıymet Bilmeyi, Vefakarlığı, Fedakarlığı. ..

Erkek Dediğin Seni Koruyacak,Kuşatacak .
O Nerede Olursa Olsun Seni Koruyacağını Bileceksin.

Pısırık Olmayacak Erkek Dediğin.

Erkek Dediğin Erkek Olacak Güzelim.
Seni Sadece Sen Olduğun İçin Sevecek.
Parayla Pulla, Kariyerle, Güçle, Kimin Ne Dediğiyle Hareket Etmeyecek.
Hem Sevgilin, Hem Arkadasın Olacak

Kadının Seçme Hakkı Yok

James Brown “It’s a man world” şarkısı dinlenirken yazılmış bir denemedir. Kafanıza çok takmayınız.

Bu yazı toplumsal cinsiyet üzerine yazılmıştır. Yani toplumun bize yüklediği ve cinsiyetimizle ile ilgili olan yükler üstüne.

Kadın olmak fizyolojik olarak bile başlı başına zorken bir de bu yüklerle uğraşırız. 3 yaşımızdan itibaren oyuncak olarak bebekler alınır. Hatta gelinlikli bebekler. Çünkü nedir? Kızların ne büyük hayali evlenmektir. Gelin olmaktır.

Erkekler mavi kızlar pembe giyer ayrımının neden olduğunu bile tam olarak algılayamamışken, birden ergenliğe adım atarız. Çok ileri gidilirse, başımız örtülür. Öyle eskisi kadar da hoplayıp zıplayamayız bütün çocukluğumuza rağmen. “Oramız, buramız” görünür diye.

Erkeklerle çok samimiyetimiz hoş karşılanmaz. Aman aman, elalem ne der sonra?

Süslenip püslenme ihtiyacımız doğar birden. Çünkü birinden hoşlanmaya başlamışızdır. Gerçi bu hayat boyunca sürer, “kendim için makyaj yaparım” ben diyene pek inanmam hala.

Birinden hoşlanmaya başlamışızdır başlamasına da, bunu gidip ona söyleyemeyiz. Çünkü ilk adımı erkek atmalıdır. Yoksa “hafif” kadın damgası yeriz.

Okul hayatımız boyunca kadın-erkek ayrımını anlarız, yaşarız, öğreniriz. Ama en şiddetli yaşama okul sonrasını kapsayan yani ortalama bir insan ömrü olarak 40 yılımızı kapsayan süre içindedir.

Gece yarısı dışarı çıkamayız, asılırlar. Mini etek giyemeyiz, taciz ederler.

Ailemizin de onayladığı biriyle evlenmemiz gerekir, öyle “adamla değil, aile ile evlenilir” bize öyle öğretmişlerdir.

Yaş ilerler. Artık hayatın verdiği yorgunluktan mıdır yoksa bu kadar öğretinin ruhta bıraktığı yaralardan mıdır bilinmez gittikçe ağırlaşırız.

Bir gün aşık oluruz, ama gidip söyleyemeyiz. Çünkü seçme hakkımız yoktur. O adamın önce bizi seçmesi gerekir. İlk biz söylersek “ayıp”tır, utanmazlıktır.

Sonra “fizyolojik olarak” çocuk doğurma yaşımız gelir. Çünkü kadınların geninde vardır “doğurmak”.

Erkek egemen bir yerde çok enderdir rahat rahat çalışmamız. Azcık kafayı kaldırdığınızda kesiverirler. “Saçı uzun, aklı kısa” olur, “Elinin hamuruyla karışma” olur.

İlk olarak erkek yaratılmıştır. Biz onun “mübarek” kaburga kemiğindenizdir.

Erkek canının istediğini yapar, yatar, aldatır, magazin haberi olur. Kadın yaparsa, “tü, kaka” olur.

Kısaca “evinizin kadını, çocuklarınızın anası” olmanız hayrınızadır, çünkü çok savaş vermeniz gerekir.

Şimdi düşünün bakalım, yukarıda saydıklarımın ya da saymadıklarımın kaç tanesini gerçekten kendiniz seçebiliyorsunuz ya da seçebildiniz, gerçekten dürüstçe.

Ama esas aklıma takılan soru şu: bir cins üzerinde bu kadar öğreti yazılmış, bu kadar güçlü engelleme ve uzaklaştırma mekanizmaları icat edilmişse, kadının gücünden korktukları için olabilir mi?

27 Ekim 2010 Çarşamba

I'm sure that..

all we need is love..

Foto Kaynak: (http://browse.deviantart.com/?q=love&order=9&offset=384#/d2k3ghq)



22 Ekim 2010 Cuma

"Sev"işmek üzerine

Nefesinin kokusunu bilmediği biriyle sevişmemeli insan. Uyurken üşüyecekse, sabah uyandığında sarılmayacaksa, her gece ve de gündüz aklına geldiğinde karnında bir ağrı sırtında bir ürperti hissetmeyecekse, gerek yok, sevişmesin. Çünkü sevişmek ruhu bütünler, sevgiyi mühürler. İki kişi arasındaki en önemli sırdır. En özel en kıymetli ve saklanası, saklarken en çok heyecan duyulandır. İki insanın birbirine en açık olduğu zamandır. Yalan olmayan, yalan söylenemeyen tek andır. Oyun oynanacaksa, hesaplar yapılacaksa o sevişmek değil, çöpü dışarı çıkarmak olur.
Oysa insan sevdiğiyle sevişince doyar. Güzelleşir, dinginleşir, tazelenir, bereketlenir. Eğer hiç konuşma gereği duymadan tek bir dokunuşla tüm hisler ortaklaşa hissediliyorsa, vücudunda onun değdiği yerleri yıkamaya bile kıyamıyorsa, sevdiğinin kokusunu taşıyan ufacık bi kumaşı bile özenle katlıyor kaldırıyor hatta kaldırmaya kıyamayıp son bir kez daha kokluyorsa, gözlerini her düşündüğünde yüzünde başkaları için anlamsız ama bilen için çok şey anlatan bir gülümseme beliriyorsa ve artık kendi bedeninin kutsallığına inanıyorsa sevişmeli. Çünkü ancak o zaman gerçekten “sev”işmek olur o. Ancak o zaman uzaktan bir Edith Piaf çalar, “Secret Heart” dinlerken gülümsenir, “Maki Maki” de oynanır, “Exit Music” çalarken gözler dolar. O zaman gerisinde ve onun da berisinde ne varsa bütünleşir insan. Ruhlar yakın durur birbirine.
Çünkü beraber sevişmek, beraber uyumaktan daha yakın kılar ruhları birbirine.

İlgilisine...

Camın arkasından bile boğaz düğümleten restoran vitrinleri gibisin, ama bir farkla ben onlara baktıkça acıkır sana baktıkça doyarım.

21 Ekim 2010 Perşembe

Belki sonra...

Akşam eve dönerken bin tane fikir oluyor aklımda. Bir sürü hikaye yazasım geliyor. Bütün gördüklerimi anlatasım geliyor ama neden gerçekleşmiyor bir türlü, anlayabilmiş değilim.
Örneğin koltuk değnekleriyle otobüste ayakta durmaya çalışan genç bir çocuk gördüm. İstanbul’da yaşamak zaten zorken, O neler yaşıyor kimbilir diye geçti aklımdan, sorasım geldi, O’nunla beraber yürüyesim geldi hatta belki efkarlanıp içesim geldi. “Sonra yaparım” dedim.
Çok ciddi bir takım elbisenin altına, rengarenk çorap giymiş bir adam gördüm metroda. Tebrik edesim, “Büyük ödülü siz kazandınız” diyesim geldi. “Sonra yaparım” dedim.
Sevgilisinin omzuna yaslanmış uyuyan bir kız gördüm, içim ısındı. “Ne kadar güzelsiniz” diyesim geldi. “Sonra yaparım” dedim.
Bu aralar erteleme dönemimdeyim sanırım, hayata karşı doğum kontrol hapı kullanır gibiyim. Bu kadar kontrol, bu kadar düzen benim doğamda yok sanırım, çok sıkılıyorum.
“Biraz uyusam geçer belki, bir kalp atışı uzağında” Gidip beraber renkli çoraplı amcaya plaketini verip, sonra da o koltuk değnekli çocukla içeriz. Belki de sonra ben de senin omzunda uykuya dalarım, içim ısınır. Evet.. Belki sonra…

17 Ekim 2010 Pazar

Siyah/Beyaz

İlk kez bir sokakta gördüm O'nu. Hani şu arnavut kaldırımlı, hafif nem kokan bir ucu yakılmış karanlıkta olanlardan. Bir de, bu sokaklara özgü müdür bilmem, hep yağmur yağdığı zaman güzellikleri anlaşılır, ancak o zaman oralarda yürümek hoşuna gider insanın.

İşte tam da öyle bir günde, böyle bir sokakta gördüm O'nu. Pazar sabahları yayınlanan siyah beyaz filmler gibiydi. Göz kırpmadan, reklamsız bile seyredilesi. Geçip gitti yanımdan, kokusu kaldı taze gevrek kokan..

Birkaç gün sonra yine karşılaştık. Bu sefer güneş vardı, gün pırıl pırıldı. Ama O geceydi; simsiyah ve dipsiz. "Merhaba" dedi bana, gülümsedim. "Buraya ilk gelişin mi?" dedi, "Evet" dedim, "Hep başkalarından duyardım buranın güzelliğini, bugüne kısmetmiş." Bir bardak çay uzattı bana, bir sigara yaktım, dumanı tenine değdi, ürperdim.

Günler sonra bir ikindi vakti yine gördüm O'nu. Birşeyler söyledi, ben sadece izledim. Her hareketini ezberledim.

Aşktan da, sevmekten de, sevişmekten de çok öte bir yerde kayboldum gittim.
Hiçbirşey diyemedim, isteyemedim... Dokunamadım... Sadece yaşadığımı hissettim bir daha.

Sonra günler geçti, aylar, belki yıllar, saymadım, ben O'nu hiç beklemedim. Kirpiğinin ucundaki saflıkla bir kez daha arınayım diye yiyip bitirmedim kendimi. Çünkü ben O'nu her gözümü kapattığımda gördüm, görüyorum, göreceğim.

Aşk şekerim düştüğünde, bir doz "gece" vereceğim kendime, heyecanım kazındığında gidip bir gevrek alacağım.

28 Eylül 2010 Salı

Erkek gibi...

Bir kadın neden bir erkeğe benzetilir ve dahası ne zaman bir erkeğe benzer?
Bir kadın mert olur, dürüst olur “erkek gibi” derler, ‘harbi’ olur “delikanlı kız” derler, korkusuz olunca “taşaklı”, güven verince “aslan gibi” (burada aslan ile dişi olan aslanın kastedilmediğine 1e 10 bahse girebilirim.)
Ama… Dedikodu yapar “karı gibi” olur, kalleşlik yapar “kancık” olur, bekaret bozar “orospu” olur, tecavüze uğrar “dişi köpek kuyruk salladı” olur. Bilinen bir “ana” vardır kutsal, gerisi hep angaryadır.
Biz kadın olarak bile birbirimiz için böyle tabirler kullanırken, “erkekler bize saygı göstermiyor” diye yırtınmayalım hiç. Sen baştan kabul etmişsin zaten bütün iyiliklerin “Y” kromozomundan bütün kötülüklerin ise “X” kromozomundan geldiğini. Onlara ve onların dediklerine saygı duyman gerekir, sonuçta “Erkektir, yapar.”
Çok mu feminen bir yazı oldu? Bilakis, çok hümanist olduğumu düşünmekteyim…

19 Eylül 2010 Pazar

İstanbul 1910-2010: Kent, Yapılı Çevre ve Mimarlık Kültürü Sergisi

Cuma günü, öğleden sonra gittim gezdim. Çok büyük içtenlikle söylemem gerekir ki, aynı günün sabahı gittiğim “Body Worlds” sergisinden çok daha fazla heyecanlandırdı beni sergi. Kendi mesleğimle daha fazla alakalı olmasından mı, yoksa dönem arkadaşlarımın isimlerini sergideki çalışmalarda görmekten mi bilemiyorum, çok hoşuma gitti böyle bir düşüncenin varlığıyla binbir emek verilerek hazırlanan bu sergi. Ben de bir Şehir Plancısı olduğum için, o sergideki çalışmaların, özellikle işlenmiş haritalarin oluşumunun ne kadar zor olduğunu ve ne kadar çok emek gerektirdiğini yakinen biliyorum.
1910-2010 yılları arasında İstanbul’un gördüğü bütün planlar ve planlama çalışmaları, bu gelişim sürecini ve sosyolojik aşamaları gösteren arşiv fotoğraflarıyla desteklenmiş. İstanbul’un şu anki doku analizi bölge bölge ayrıntılı olarak çalışılmış denebilir. Bizim hocalarımızın yıllardır bizden isteyip de bir türlü tam olarak tatmin olmadıkları “Doku Analizleri” o kadar güzel yapılmış ve grafik anlamında o kadar iyi kurgulanmış ki, İstanbul hakkında en ufak bir bilginiz olmasa bile, bu örneklere bakarak neyin ne olduğunu rahatlıkla görebilirisiniz.
Planlamaya yeni başlayan arkadaşların olduğu kadar Şehir Plancıları’nın da hangi tecrübe yılında olurlarsa olsunlar sıkılmadan gezebilecekleri, hatta heyecanlanabilcekleri, “İyiki Şehir Plancısı olmuşum” dedirten, her bölümü mutlaka bir şeyler öğreten bir sergi olduğunu düşünüyorum. Dahası… Gidiniz ve görünüz efendim. Sonra da önce kendinizi, sonra şehrinizi sonra da tüm dünyayı seviniz.
Ellerinize sağlık arkadaşlar, iyiki varsınız, iyi bu sergiyi yapmışsınız…

1 Eylül 2010 Çarşamba

Sadece Sana...


Bugün 1 Eylül... Sonbaharın ilk günü...
Hava parçalı bulutlu... Bulutlar parçalandığı için mi hava gri olur hep böyle günlerde? Ben de parçalı bulutluyum, benim içimdekiler de parçalandı bugün.
Özlediğin için mi rüyada görürsün birini yoksa rüyanda gördüğün zaman mı özlediğini anlarsın bilemedim şimdi. Ama ben seni çok özledim. Ölmüş birinin ardından bir nev’i ağıt benimki, farkındayım. Ama gidip toprağını ıslatabileceğim mezarı bile olmayan bir ölü. Hayır, ölen aşk değil, ölen sensin ya da benim, aşk hep baki.
Hani bir şarkı vardı ya “Sigaram gibisin” derdi. Sen de benim sigaram gibisin. Bir kere içine çekip de o yalancı mutluluğu yaşadığında, sonra hep o mutluluğa erebilmek için habire sigara içermiş insan. Ben de bir kere aşık oldum, bir kere mutlu oldum, ondan sonrası hep tiryakilik.
Hiç bitmedi aşkım, aşk bitmezmiş öğrendim.
Sadece sana...(-ysa neden burda?)

28 Haziran 2010 Pazartesi

Ah İBB Ah

İki senedir "Metrobüs" var hayatımızda, oh çok şükür. Mecidiyeköy'e gitmek bir maraton değil artık. Gerçi aktarmalar kalktı, zamlar oldu geri adım atıldı, ama yine de eskisinden daha iyi denebilir halimize.
Bu metrobüs bağımlı yaptı bizi kendine, çünkü hiçbir alternatif ulaşım kalmadı. Fakat gözlemlediğim şu ki, bu metrobüsler devreye sokulduğundan beri herhangi bir yol katedilmedi. Mecidiyeköy istasyonunun hali içler acısı, fare deliğine girip sonra ana rahmi çıkışlı bir yerden geçerek, ezilmeden durağın taaa en başına yürümeyi becerseniz bile, binip binemeyeceğiniz meçhul, hele de benim gibi ara ara kayışı koparsa da, nezaketten ödün vermeyen bir kibarcıksanız gelen araca binebilmeniz yaklaşık 30 dk. Hadi diyelim bindiniz, bu Haziran ayında boyu kısa, ensesi de tam sizin burun hizanızda kıllı bir enseyi koluyor olarak bulabilirsiniz kendinizi. He, kimse de isyan çıkarmaz "Kliması, havalandırması yok mu bu meretin?!" diye. "Yazık işte, araç o kadar kalabalık ki, klima yetişemiyor" bile diyen anaç amcalar, teyzeler her daim bulunabilir.
Belki bu yukarıdakiler kadar içler acısı bir hal olmasa da, yeni bir tespitim mevcut: Aracın içinde, metrobüs duraklarını gösteren "yeni durak haritamız". Koyu renk zemin üstüne beyaz harflerle yazılan durak isimlerini geçtim, alakasız bir şekilde arka fonda zannımca İstanbul'u anlattığına inanılan figürler veya silüetlere diyecek şey bulamıyorum. İlk bakışta insan tablonun en solunda yer alan Yenibosna ve Avcılar durakları arasındaki devasa camiye bakarak, "Ulan acaba burda böyle önemli bir cami var da ben 30 yıldır keşfedemedim mi?" diye düşünmeden edemiyor. Sonra bir bakıyorsunuz ki Okmeydanı'nda kız kulesi var. Köprü figürü deseniz Zincirlikuyu Söğütlüçeşme arası alabildiğine uzanıyor.
Anlamadığım şu: "Amaç nedir?" Neden kendimizi ifade etmek için bu kadar çok görüntü veya girdi kullanır olduk. Yerlere göklere sığdıramadığımız Mimar Sinan'ın Süleymaniye'si, 2010 Kültür (!) Başkenti ilan edilen İstanbul'da hala restorasyondayken, bulduğumuz her boşluğa cami, kule, köprü silüeti koymanın neresi sanat-kültür-tasarım??
Nereye gidiyorsun ey Halkım?? Kimlerle yönetiliyorsun?

Yol Günlükleri

Bir-kaç aydır işime daha yakın bir yerde konakladığım için yolculuklarım kısalmıştı. Bugün itibariyle anladım ki, yolculuklarımın kısalmasıyla yazma ihtiyacımın azalması paralel gidiyormuş. Artık yol uzunluklarım eskisi gibi, bundan dolayı düşünülecek çok şey var. Bu sabahtan itibaren kafamı kurcalayan yeni şeyler keşfedip paylaşmaya başlıyorum.

25 Nisan 2010 Pazar

Gezi Yazıları-Eskişehir

Adını herhangi bir sohbet esnasında öylesine duyabileceğiniz, basit bir anadolu şehri olduğunu düşünebileceğiniz bir şehir. Artık hemşehrilerinin övünmeyi çok sevmemesinden midir, yoksa artık onlara öyle bir şehirde yaşamak gayet normal geldiğinden midir bilinmez, Eskişehir keşfedilmeyi bekleyen bir vaha niteliğinde. Uzaktan bakınca çok farkedilmeyecek ama yakınlaştıkça kokusu ve güzelliği anlaşılabilecek bir çiçek gibi.

23 nisan tatilini fırsat bilerek, trenle günübirlik Eskişehir’e gittik. Sabah 11 buçuk gibi vardık. Oranın sakinlerinden olan, ve gördüğüm ve konuştuğum bütüm hemşehrileri gibi güleryüzlü olan bir tanıdığımız karşıladı bizi. Yolculuk üzerine genel sohbetler ile yolculuğumuz sonrasında Bilim-Sanat Parkı’na gittik. Öyle ferah öyle güzel planlanmıştı ki, sanki İstanbul’da yaşadığım sürece dört duvaran koca bir şehirdeydim de buraya gelince o duvarlar kalkmış gibi hissettim. Yapay gölünden, masal şatosuna, okul hayatımız boyunca hep kitaplardan okuduğumuz ama bir türlü ne işe yaradığını öğrenemediğimiz el makinalarından, Nasreddin Hoca’ya kadar herşey düşünülmüş. Pek çok yeri proje aşamasında, ama gördüğümüz kadarı bile bizi etkiledi, ferahladık.

Ardından yapay deniziyle meşhur Kent Parkı’na gittik. Tabi sezonu olmadığı için deniz boştu.

Bir plancı olarak ilk gözüme çarpan şey, elektrik sisteminin güneş enerjisiyle çalışıyor olmasıydı. Her sokak aydınlatmasının üstünde ufak bir fotosel vardı. Ne basit değil mi? Neden İstanbul’da yok acaba? Alla alla…

Sonra birbirlerini takip eden yaya yolları, insanları araç kullanmaya değil, yürümeye yönlendiren bir planlama sistemi mevcut şehirde.

Bir de tabi en güzel şeylerden biri bütün parklarında piknik yapmak ve kabuklu yemiş yemek yasak. O yüzden sanırım her yer pir-ü paktı.

Şelale park, en son gittiğimiz parktı, şehrin en tepesine, kocaman bir seyir terasıyla birlikte şelalesiyle meşhur park.

Şehir planına baktığınız zaman, şehrin üç köşesine ciddi büyüklükte üç park konulmuş, ve yeşil akslarla bu üç park birbirine bağlanmış denebilir.

İnsanlar mutlu, hayat ucuz. Kime sorsanız şehirden memnun, hayatından memnun. Tabi çok büyük bir öğrenci nüfusu var. Üniversitenin de şehire katkısı gözardı edilmemeli.

Daha anlatılacak çok şeyi var. Ama bu kadarı da merak uyandırır sanırım. Diyeceğim odur ki;

Gidiniz ve görünüz efendim hatta imkanınız varsa orada yaşayınız efendim.

Not: Bizi ağırlayan Naile Hanım ve kızı Aslı’ya sevgilerle.

20 Nisan 2010 Salı

İstanbul'u Zombiler Bastı

Bu şehir adamı zombi yapar derdim ara sıra İstanbul’dan sıkıldıkça. Bugün bizzat şahit oldum.
Sabah 8:50 suları, Mecidiyeköy Metrobüs İstasyon çıkışı. 100’e yakın insan, bir muhteşem planlama örneği olan metrobüs istasyonundan çıkmaya çalışıyorlar. Fakat o kadar kalabalık ve çıkış o kadar dar ki, herkes sağa sola yalpalayarak yürüyebilmekte. Adım adım. Yani siz deyin “Thriller” ben diyeyim “Zombilerim Şafağı”. “Sabah sabah, noluyor yahu?” diye sormadan edemedim kendime. 5 dakikalık bir zombi filmi heyecanı yaşadım sabah sabah, düşman başına:)

25 Şubat 2010 Perşembe

“Tam da o anda...”

Nerden icab etti bilemesem de yazma gereği duydum yine. Şu hani Türk ailelerinin %90’ının evini “O”na göre şekillendirdiği televizyon hakkında bir kaç satır birşey yazmak niyetindeyim.
Size tabiki televizyonun tarihçesinden ya da teknolojisinden bahsetmeyeceğim. Her akşam yayınlanan dizileri ilgilimi çekiyor daha çok. Ve bu dizilerin bizim hayatımıza etkileri. Birine anlatırken “Tam da o anda” diye bahsettiğimiz sahneler çok dikkatimi çekiyor bu ara. Ezel’de Ramiz Dayı tam da o anda bir telefon edip işleri tersine çeviriyor, Yaprak Sökümü’nde tam da o anda duyulan telefon konuşması herşeyi alt üst ediyor, Kavak Yelleri’nde tam da o anda elinde morfin şişeleriyle gelen Deniz, öldü diye morga gönderilen arkadaşının hayatını kurtarıyor, Canım Ailem’de Meliha Hanım’a evlenme teklif edilir ‘kötü adam’ tarafından bilin bakalım ne olur? Meliha Hanım’ın biricik aşkı Samim tam da o anda sevgilisinin oturduğu kafenin önünden takayla geçerek seranat yapar ve tabiki mutlu son.
Bunlar güncel örnekler, sinema ya da tiyatro metinlerini de incelediğiniz zaman pekçoğunda buna benzer örnekler bulabilirsiniz.
Buraya kadar iyi hoş da, bu “tam da o anda” düşüncesi pek de hayırlı sonuçlar doğurmuyor, doğurmayacak. Çünkü biz, yavaş yavaş, bunları seyrede izleye gerçek hayatın da böyle olduğunu düşünmeye başlayacağız (belki de çoktan başladık) sonra her sıkıntılı anımızda, adrenalin tavana dayandığında birinin çıkıp bizi kurtaracağını bekler bulacağız kendimizi. Sonra yavaş yavaş hayatımız kötüye gidecek, beyaz atlı prensi beklemeye başlayacağız. Günlerimiz anlamsızlaşacak, eros’un bize ok atması için dua eder olacağız. Hayata sövüp sayıp yine de herşeyi güllük gülistanlığa çeviren birini arayacğız...
Bu liste böyle uzayıp gider. Siz anladınız beni. Bahsettiğim, dizilerin en masum etkisi “umut etmek”. Daha beter etkileri de var ama şimdilik bu kadar.
Demem o ki; biraz daha dikkatli seyredelim şu dizileri, bakalım bize hangi oyunlar oynanıyor.

23 Şubat 2010 Salı

İstanbul Nasıl Bir Şehir? -3-

Dün akşam işten eve giderken ve ben metrobüste kalabalıktan iki büklüm olmuş bir vaziyette ama hızla ilerlerken, diğer insanlar özel araçlarında "konfor" içinde trafikte sıkışıp kalmışken dedim ki kendi kendime "İnsanlar neden istanbul'da araba kullanmak ister ki?" Onlar da belki de bana şöyle derler "Metrobüste 15 dk sıkışıp kalmaktansa, kendi arabamızda 3 saat trafikte sıkışırız daha iyi."
Sonra sabah kendi dini inancınca konseptini belirlediği kitaplardan birini okuyan bir adam gördüm, yanında oturan da göz uzucyla da olsa pek bir ilgiliydi kitaba, sonra kitabı okuyan adam yanındaki adama o kitabı hediye etti bir de nedendir bilinmez bir de kalem verdi. Bir an göz göze geldik adamla, belki doğru belki yanlış yüzünü bir ekşitti adam bana bakınca. Ben de dedimki kendi kendime "Bu adam bana belki kıyafetim onun dini inançlarına uymadığı için ön yargıyla yüzünü buruşturarak baktı ya da belki ben bunları düşünüyorum çünkü ben de bu adama karşı önyargılıyım. O zaman birbirimizden ne farkımız var." Velhasıl, önyargı kötü birşey.
Sonra poğaça almak için girdiğim bir pastanenin tezgahtarı hoplayıp zıplayarak işine daha fazla hız kazandıracağını düşünerek çalışıyordu. "Yaptığı işe insanın kendinden birşeyler eklemesi" ya da "İşini kaybetmemek için bu kadar çaba sarfetmesi" güzel birşey dedim kendi kendime.
ya da belki de adamın tiki vardı, bilemedim.

20 Şubat 2010 Cumartesi

karar

Hayata gelme amacımın, hayata gelme amacımı bulmak olduğuna karar verdim.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Şimdi Hava Durumu

Hava durumunu önceden haber veren bütün sistemlere inat, kar bu sene de İstanbul'a canının istediği saatte ve günde düştü (,düşüyor, düşecek).
İstanbul'un büyük bir bölümünde elektrik kesilmiş. Kabataş'tan binilmeye çalışılan, çalışması için elektrik beklenen tramvaya binilir, bir kaşıntı tutar Sultanahmet civarı kahvaltı yapmak için inilir. Her yer karanlık. Sadece üç yer şıngır şıngır; Mc Donald's, Burger King ve Starbucks. "Bunların elektriği Amerika'dan geliyor." diyen arkadaşa gülünerek ve "USA please save(!) us" temennisi ve duasıyla en yakın Starbucks'a girilerek -uzun zamandır ilk defa- kahve ile kahvaltı edilir.
İstanbul'da uzun süredir yaşıyorsanız, hava her azcık kötüleştiğinde elektriğin ve suyun kesilmesine şaşırmazsınız. Çoğu evde "in emergency" durumları için bir kaç bidon su vardır mutlaka. Havasından, rüzgarından, suyundan kendi elektiriğini üretme kapasitesi olan bir ülke neden hala başka ülkelere muhtaç yaşar bilemedim şimdi. Allah'a emanet yaşıyoruz ya da "In God we trust"

22 Ocak 2010 Cuma

2009 Model Sherlock Holmes

Filmini çekmişler yine. Yine diyorum çünkü "International Movie Data Base" (http://www.imdb.com/find?s=all&q=sherlock+holmes) sitesinden araştırdığım kadarıyla, 1900'lerin başından itibaren günümüze kadar 100'den fazla örneği beyaz perde ya da televizyona aktarılmış. Yetmemiş, siteye bakarsanız 2011'de bile Sayın Holmes'ün başrolünü oynadğı olası projeleri de görebilirsiniz.

Ben Sherlock Holmes'ün 2009 versiyonunu seyrettim. Benim gibi 1900'lerin başını seviyor bir de bu dönemde İngiltere'nin o insanın bağrına baskı yapan kasvetli havasına bayılıyorsanız filmi mutlaka izleyin derim.
Bu kasvetli hava filmin her yerine eşit miktarda dağılmış. Hatta filme ait hatırladığım tek renkli diyebileceğim sahne elinde kırmızı gül demeti tutan Rachel McAdams'ın bulunduğu bir sahnedir. Bu sahne dışında geri kalan her kare gri ve kahverenginin envai çeşit tonlarındadır.
Senaryo güzel, Sherlock Holmes Bey'in dillere destan zekasına yakışır bir incelikle işlenmiş.
Hızlı geçmesi gereken bir dövüş sahnesinin bütün ayrıntılarını sahneden önce ağır çekimde vermeleri ve o ağır çekimde bütün ayrıntılarını gördüğünüz sahneyi hızlı seyrettiğiniz zaman aldığınız keyif yaşanılası.
Kızsal yorum olarak; Jude Law çok güzel bakıyor, Robert Downey Jr. içine düşülecek etkileyicilikte.

Meraklısına Sherlock Holmes için ayrıntılı anlatım ilişikteki linkte mevcuttur efendim, tıklayınız.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Sherlock_Holmes

15 Ocak 2010 Cuma

6 Duyu

seni düşününce burnuma inceden bir nane kokusu gelir
ferah, iyileştirici, lezzetli, neşe dolu
sonra her sabah güneş doğarken öten kuşların sesini duyarım
hani istanbul'da bile konacak bir dal, ötecek bir ara bulabilen kuşların sesi
derken lolipop kıvamında bir güneş doğar
yapışkan kırmızıdan yumuşak turuncuya
ardından hafif bir rüzgar değer tenime
serin, ürperten ama şefkatli
dilime tadın gelir
bir de tanıdık bildik kokun
ve ben bir daha severim seni
ve bir daha şükrederim tanrı'ya

12 Ocak 2010 Salı

"Mazhar Olmak"


Efendim Mazhar Alanson, nam-ı diğer MFÖ'nün "M"si, bir kitap çıkartmış. Kitap denemez aslında, kitaptan çok daha fazlası. Bir eskiz defteri. Kendine ait yıllarca biriktirdiği dökümanları , gazete küpürlerini ve fotoğraflarını kendi zevkince ve isteğince bir defterde toplamış. İstediği gibi yazıp çizmiş, boyamış. Tabi yine de toplum önüne çıkacak bir kitap olmasının kaygısıyla pek çok sansür uyguladığını kendisi de söylese de, son zamanlarda gördüğüm en iyi ve en yaratıcı fikirlerden biri.
Kitap, Mazhar Alanson'a ait. Tamamen o. Tabi sadece bildiğimiz yazı karakteri ve bir kaç fotoğrafa bakarak da bir insanın biyografisini okuyabiliriz. Zaten genellikle de yaptığımız bu. Ama bu fikir bambaşka. Mazhar Alanson'un eskiz defteri. Her açtığınızda yeni bir şey görüyor ve bir oturuşta değil de ara ara elinize alıp incelemek istiyorsunuz. Çok ekilendim ve çok da hoşuma gitti.
Tavsiyemdir efendim, okuyunuz.

7 Ocak 2010 Perşembe

1453 Panorama Müzesi

Her gidenden çok güzel şeyler duyduğumdan olsa gerek aklımın bir köşesindeydi hep gitmek. Bugün ani bir kararla yanıma annemi de katıp gittim, gördüm. İçerisi güzel, harika, çok ince işçilik. Etkilendim. Gökyüzü özellikle o kadar gerçekti ki, annemi bir an gerçek olmadığına inandırmakta zorlandım. Top sesleri ve mehter marşları eşliğinde, 1'e 1 çizimlerin ortasında, fethi görebiliyor ve hissedebiliyorsunuz.
Herşey iyi hoş da, girişte pek bi bekledik. 15 dk.'da bir alıyorlar içeriye insanları. Ve içeri girmeyi bekleyen diğerleri o 15 dk yı'yı ( tabi bizim gibi çoluk ve çocuklardan oluşan 1400 kişilik bir gruba rastgelirseniz o 15 dk. baya bir uzuyor.) ayakta geçiriyorsunuz. Yine yurdum insanı, yine eziyet çekiyor. Hastası var, engellisi var, yaşlısı var, değil mi? değil efendim. Bunlardan en az biriyseniz gitmeyiverin canım öyle yerlere ne gerek var. Hatta ne otobüse binin, ne de üstgeçitleri kullanın. Kaldırımlarda sağlıklı insanlar bile yürüyemiyorken siz nasıl yürümeyi düşünüyorsunuz. Gözünü sevdiğim İstanbul'um, küçük dünya emsalim, olimpik ya da paralimpik ( artık durumunuza göre değişir.)şampiyona olmuş. Ya da hep öyleymiş, sadece bugün yanımda ayakta durmakta zorlanan biri daha olduğu için biraz daha yakın hissettim hepsi bu.
Velhasıl-ı kelam, müze güzel, gidiniz.
http://www.panoramikmuze.com/