22 Kasım 2011 Salı

adele - bergen paradoksu

sabahtan beri bu şarkı dilimde, durduramıyorum kendimi devamlı söyleyesim geliyor. hani bi türlü bitmeyen şarkılar vardır ya. mesela kayahan'ın ya da nilüfer'in (artık aralarında anlaşsınlar kimin olduğuna dair) mor menekşe şarkısı. durup durup "akşam oldu, dırınım dırınım" diyesiniz gelir. bitmez bi türlü. bir örnek de bu bitmeyen şarkılara "que sera sera" şarkısının sevtap parman'ın o bet sesi ve berbat ingilizcesiyle okudugu "key seraaa seraaa" olan versiyonu dilinize dolanmasıdır. gün boyu kafanızda döner durur. bu konuyu daha sonra ayrıntılı olarak incelenmek üzere bir kenara bırakıyorum şimdilik.

neyse konumuza dönelim. adele kızımızın yanık yanık söylediği "someone like you" şarkısı dilimde sabahtan beri. bir ara sözlerini düşündüm, "anam" dedim "ne arabask şarkı bu la". bi dinleyin dikkatli şimdiye kadar sözlerini hiç düşünmediyseniz benim gibi. yani yabancı arabesk diye bi müzik tarzı olsa bu kızımız alırdı bence bütün ödülleri.



sonra birden aklıma bergen geldi. hani şu, bir zamanlar arabesk'in kraliçesi diye anılan abla. nam-ı diğer "acıların kadını" şarkı da içerik olarak yukardakine çok benziyor zannımca. bu benzetme yüzünden benden nefret edebilirsiniz ama bi bakın allaasen, benzemiyor mu?

18 Kasım 2011 Cuma

"kaybolmuşlar" üstüne bir yazı

bilgisayarımı açıyorum, maillerimi kontrol ediyorum, yeni bir şeyler var mı diye. telefonum her zaman çaldığında duyabileceğim mesafede. pazar günleri gazete alıp yayıla yayıla okumak yerine internet üzerinden okuyorum haberleri. hatta twitter ı bile sırf bu yüzden kullandığım zamanlar oluyor. arkadaşlarım evleniyor, facebook üzerinden davetiye yolluyorlar. biri sevgilisinden ayrılıyor, değişen "ilişki durumu"ndan haberdar oluyorum. birisi whatsapp'tan mesaj gönderiyor. doğumgünlerini bile kaçırıyoruz arkadaşlarımızın bir sosyal medya olayı haberdar etmediği sürece.v.s., v.s. halbuki -şimdi hep öyleymiş gibi gelse de- eskiden böyle değildi.

çok değil, benim de hatırlayabildiğim bir zaman olduğuna göre, 30 yıl öncesine kadar insanlar "konuşur"du. "müsaitseniz, annemler akşama size gelecek" haberini vermek için komşulara evin küçük çocuğu görevlendirilirdi. aşıklar birbirlerine, ellerinin değdiği, kokularının sindiği, kimi zaman gözyaşıyla dağılmış mürekkeple mektuplar yazarlardı. bir kez olsun görebilmek için pencere önünde beklenirdi komşu kızları, facebooktan hafiyelik yapılmazdı.

ben telefonlu dönem çocuklarındanım. hatta ergenliğim ve gençliğimin ilk yıllarında şimdi "sabit" dediğimiz ve çoğu zaman yüzüne bile bakmadığımız telefonlarla sabahlara kadar konuşulurdu. ne radyasyon vardı ne şebeke. çaldırıp kapatan sapıklarımız bile vardı arayanın telefon numarasını gösteren telefonlar çıkana kadar.

sonra cep telefonları girdi hayatımıza. sabahlara kadar konuşulan ev telefonlarının yerini cep telefonları aldı. ve tabiki kısa mesajlar. hangi kız, aşık olduğu adamdan gelen mesajları herhangi bir deftere ya da kağıda yazıp saklamamıştır? silinip kaybolmasından korkardık, çünkü kelimeler hala çok kıymetliydi. birbirimizin seslerini duyar, belki dokunabilmek için o satırlara, gönderilen mesajları kağıtlara yazardık.

aniden internet girdi hayatımıza. MIRC'lar, ICQ'lar. ordan, tanımadığımız insanlarla sabahlara kadar konuşur olduk, karşımızdakinin ne yüzünü gördük ne de sesini duyduk. ama deli gibi heyecanlar yaşadık.

işte iletişim kavramının da bozulmaya başlaması tam da bu zamana rastgelmekte. biz ne zaman bunu, telefonda ya da internette geçen zamanı, arkadaşımızla/sevgilimizle gözgöze dizdize geçen zaman eş tuttuk, ondan sonra hızlı bir şekilde yalnızlaşmaya başladık. her dakika nerde olduğunu söyleme zorunlulukları çıktı ortaya. buluşulacaksa bile, sadece semt adı verildi. "oraya gelince ben ararım seni" dendi.

şimdi çok daha beter günler yaşıyoruz. birbirimizin hayatını facebook üzerinden dikizleyip, "nasılsın" demek için aramak yerine dürtüp, bütün etkinliklerimize arkadaşlarımızı/arkadaş kalmak istemeyip de listeden silince hesap sormasından korktuklarımızı sosyal medya üzerinden çağırır olduk.

ilk başta beden vardı, ses vardı, bakışlar vardı, sıcaklık vardı.
sonra sadece ses kaldı geriye.
sonra kelimeler, 165 karakterlik.
şimdiyle sadece ve sadece sessizlik, iki nokta bir parantezle yapılan gülmeler ve "didi bunu beğendi"ler kaldı geriye.
daha sonrasında başımıza gelecek olandan korkar oldum şimdiden.

o kadar hızlı değişiyor ki herşey. "iletişim" denen işteş fiil, yerini, sessizlik ve yalnızlık denen birinci tekil şahısa bırakıyor git gide bilmiyorum farkediyor muyuz?

facebook hesabımı kapattığımdan beri kendimi "normal" hissediyorum. ne kadar daha direnebilirim buna bilmiyorum. şimdi sırada whatsapp, msn gibi diğer yazışma hesaplarını kapatmak var. özleyen arasın, gelsin. ben burdayım.

siz de bu arada sokaklara çıkın, insanların gözünün içine bakın, onlara dokunun, facebooktan dürtmek yerine, kapısını çalıp gülümseyerek "nasılsın" deyin, msn'den "kara kayıpsın, yoksun ortalarda" diye hesap soracağınıza, iki bira içmeye davet edin, kitap alın, kitap hediye edin, kitap okuyun. okuyun ki kelimelere dokunun, okuyun ki kelimelere, sayfalara kokunuz sinsin, okurken yanına notlar alın ki bir iz kalsın sizden.

anlatabiliyor muyum?

16 Kasım 2011 Çarşamba

13 Kasım 2011 Pazar

tespit

bir erkek, hayatı boyunca hayal ettiği kadını karşısında görünce, O'nu aldıktan sonra, artık hayal edecek bir şeyi kalmayacağından korktuğu için o kadından köşe bucak kaçabilir(miş) hatta bocalayıp ve devreleri yakıp, kaybetmek için elinden geleni yapabilir(miş) .

9 Kasım 2011 Çarşamba

bayramlar üzerine bir takım takıntılar

"herkesin bayramını tebrik ederim" diye başlayan facebook yazılarının hastasıyım mesela. bayramdan çok önce hesabımı kapattığım için bu tür "genel" tebriklerin öldürücü darbelerinden bir nebze koruyabildim kendimi. ama yine de altına ad-soyad yazılı cep telefonu mesajlarına karşı yapacak bir şeyim yok. onlara da bizzat ve özel cevaplar veriyorum. genel mesaj atmak bana çok ayıp geliyor nedendir bilinmez. tarz meselesi tabi. bundan hoşlananlar da vardır.

akraba ziyaretleri için "kaçamıyorsanız zevk almaya bakın" demekten başka bir şey diyemiyorum. keza ben de öyleyim. "akraba" denen olguyu çok çözememekle beraber "hısım akraba" nın ne olduğuna dair en ufak bi fikrim yok. sanırım "akraba"nın bir level üstü. yine de hep söylüyorum, yine söylicem "bir insanı sevebilmem ve hayatımda isteyebilmem için akraba olması yeterli bir neden değil"

ölünceye kadar tatlı yemek/yedirmek ritüelleri var bir de. yesen bir dert yemesen bir dert. benim gibi şeker hastası bir insan olarak, bu her defasında insanlara açıklamak zorunda kalmak apayrı bir dert. ama yediğim kadarıyla bazı akrabalarımız gerçekten baklava konusunda çok başarılı, en azından fenalaşmadan önce yediğim kadarıyla güzellerdi.

el öpme durumlarını sanırım çözdüm. entel dantel savaşlara girmeden uzatanın elini öpüyorum valla. hatta ben bile elimi öptürdüm yani o kadar aşama kaydettim. tabi öptürünce para vermek lazımmış, annemin dürtmesiyle öğrendim. bundan sonra kime öptüreceğimi daha iyi düşünmem lazım. bir dahaki bayrama artık.

sonra trafik çilesi denen bir hastalık var, böyle bayram-tatil zamanlarında nüks etmekte. sabahın kör saatlerinde yola çıkıp bu hastalığa teğet geçsem de, köprü de 1 saat beklemek -hatta durmak- gibi bir felaketten kaçamadım. büyük şehrin derdi de büyük oluyor azizim. ama bayramlar ve tatiller bombok.

kurban kesme muhabbetlerine hiç girmicem, çünkü hala elim ayağım titriyor kokuları ve görüntüleri hatırladıkça.

o zaman "herkesin bayramını kutluyorum" Ad Soyad

5 Kasım 2011 Cumartesi

her ayrılık acıdır

Senden ayrılalı sadece saatler oldu ama yıllar gibi geliyor şimdiden. Bir sabah, arabaya binişin ve hızla benden uzaklaşman hala gözlerimin önünde, uzunca bir süre de aklımdan gideceğe benzemiyor.

Farkındayım, ben karar verdim ayrılmaya. Ama evimde ve hayatımda bu kadar büyük bir yere sahip olduğunu nereden bilebilirdim ki. Evimde hep oturduğun yere bakmamaya çalışıyorum. Masanı da hala kaldırmadım, sanırım bu konuda birinden yardım alacağım. Çok zor geliyor inan bıraktığın boşluğu doldurmak. Seni daha az düşünmek için evimin şeklini değiştirmek bir işe yarar mı bilmiyorum ama deneyeceğim.

Devamlı seninle geçirdiğimiz yılları düşünüyorum. Sadece ikimiz, baş başa sabahladığımız geceleri, sadece senin ve benim bildiğimiz sırlarımızı. İnatlaşmalarımızı hep sen kazanırdın. Seni günlerce ihmal etsem de her gelişimde önce uzunca bir homurdanmadan sonra gülerdin yine yüzüme. Seni, gözünün içine baka baka başkasıyla aldatmama bile ses çıkartmadın. Senin eşyalarını onunla beraber kullanmama bir gün oldun kırılmadın.

“O’nu benden başka kimse anlamaz” derdim hep. Şimdi gittiğin yerde seni anlayanlar var mı acaba? Mutlu musun orada? Beni düşünüyor musun sen de zaman zaman?

Ziyaretine gelebilmeyi çok isterdim. Ama seni başka bir yerde, başka birilerinin sahiplenmesini görmeye dayanamam sanırım. O yüzden gelmeyeceğim. Böylesi daha iyi.

Altı yıldır gözlerimi ayırmadığım, ilgilenemesem de bir gün olsun unutmadığım, evimin başköşesinde yıllardır duran sevgili masaüstü bilgisayarım. Seni aldattığım laptopumda sana yazdığım ilk ve son mektubumdur. 

Gittiğin yerde mutlu ol. Ama bil ki sanırım seni hiç özlemeyeceğim.