18 Kasım 2011 Cuma

"kaybolmuşlar" üstüne bir yazı

bilgisayarımı açıyorum, maillerimi kontrol ediyorum, yeni bir şeyler var mı diye. telefonum her zaman çaldığında duyabileceğim mesafede. pazar günleri gazete alıp yayıla yayıla okumak yerine internet üzerinden okuyorum haberleri. hatta twitter ı bile sırf bu yüzden kullandığım zamanlar oluyor. arkadaşlarım evleniyor, facebook üzerinden davetiye yolluyorlar. biri sevgilisinden ayrılıyor, değişen "ilişki durumu"ndan haberdar oluyorum. birisi whatsapp'tan mesaj gönderiyor. doğumgünlerini bile kaçırıyoruz arkadaşlarımızın bir sosyal medya olayı haberdar etmediği sürece.v.s., v.s. halbuki -şimdi hep öyleymiş gibi gelse de- eskiden böyle değildi.

çok değil, benim de hatırlayabildiğim bir zaman olduğuna göre, 30 yıl öncesine kadar insanlar "konuşur"du. "müsaitseniz, annemler akşama size gelecek" haberini vermek için komşulara evin küçük çocuğu görevlendirilirdi. aşıklar birbirlerine, ellerinin değdiği, kokularının sindiği, kimi zaman gözyaşıyla dağılmış mürekkeple mektuplar yazarlardı. bir kez olsun görebilmek için pencere önünde beklenirdi komşu kızları, facebooktan hafiyelik yapılmazdı.

ben telefonlu dönem çocuklarındanım. hatta ergenliğim ve gençliğimin ilk yıllarında şimdi "sabit" dediğimiz ve çoğu zaman yüzüne bile bakmadığımız telefonlarla sabahlara kadar konuşulurdu. ne radyasyon vardı ne şebeke. çaldırıp kapatan sapıklarımız bile vardı arayanın telefon numarasını gösteren telefonlar çıkana kadar.

sonra cep telefonları girdi hayatımıza. sabahlara kadar konuşulan ev telefonlarının yerini cep telefonları aldı. ve tabiki kısa mesajlar. hangi kız, aşık olduğu adamdan gelen mesajları herhangi bir deftere ya da kağıda yazıp saklamamıştır? silinip kaybolmasından korkardık, çünkü kelimeler hala çok kıymetliydi. birbirimizin seslerini duyar, belki dokunabilmek için o satırlara, gönderilen mesajları kağıtlara yazardık.

aniden internet girdi hayatımıza. MIRC'lar, ICQ'lar. ordan, tanımadığımız insanlarla sabahlara kadar konuşur olduk, karşımızdakinin ne yüzünü gördük ne de sesini duyduk. ama deli gibi heyecanlar yaşadık.

işte iletişim kavramının da bozulmaya başlaması tam da bu zamana rastgelmekte. biz ne zaman bunu, telefonda ya da internette geçen zamanı, arkadaşımızla/sevgilimizle gözgöze dizdize geçen zaman eş tuttuk, ondan sonra hızlı bir şekilde yalnızlaşmaya başladık. her dakika nerde olduğunu söyleme zorunlulukları çıktı ortaya. buluşulacaksa bile, sadece semt adı verildi. "oraya gelince ben ararım seni" dendi.

şimdi çok daha beter günler yaşıyoruz. birbirimizin hayatını facebook üzerinden dikizleyip, "nasılsın" demek için aramak yerine dürtüp, bütün etkinliklerimize arkadaşlarımızı/arkadaş kalmak istemeyip de listeden silince hesap sormasından korktuklarımızı sosyal medya üzerinden çağırır olduk.

ilk başta beden vardı, ses vardı, bakışlar vardı, sıcaklık vardı.
sonra sadece ses kaldı geriye.
sonra kelimeler, 165 karakterlik.
şimdiyle sadece ve sadece sessizlik, iki nokta bir parantezle yapılan gülmeler ve "didi bunu beğendi"ler kaldı geriye.
daha sonrasında başımıza gelecek olandan korkar oldum şimdiden.

o kadar hızlı değişiyor ki herşey. "iletişim" denen işteş fiil, yerini, sessizlik ve yalnızlık denen birinci tekil şahısa bırakıyor git gide bilmiyorum farkediyor muyuz?

facebook hesabımı kapattığımdan beri kendimi "normal" hissediyorum. ne kadar daha direnebilirim buna bilmiyorum. şimdi sırada whatsapp, msn gibi diğer yazışma hesaplarını kapatmak var. özleyen arasın, gelsin. ben burdayım.

siz de bu arada sokaklara çıkın, insanların gözünün içine bakın, onlara dokunun, facebooktan dürtmek yerine, kapısını çalıp gülümseyerek "nasılsın" deyin, msn'den "kara kayıpsın, yoksun ortalarda" diye hesap soracağınıza, iki bira içmeye davet edin, kitap alın, kitap hediye edin, kitap okuyun. okuyun ki kelimelere dokunun, okuyun ki kelimelere, sayfalara kokunuz sinsin, okurken yanına notlar alın ki bir iz kalsın sizden.

anlatabiliyor muyum?

3 yorum: