26 Temmuz 2011 Salı

Realizm ben de kabızlık yapıyor

İnsani duygular vardır. Zaman zaman bir kaçıyla ben de muhatap oluyorum. “Açlık” hissetmek ve “uyumak”ta baya iyiyim bu aralar. Sonra sıkılmak, üzülmek, sevinmek, özlemek, sinirlenmek gibi bi kaç tane daha var aklıma gelen. Bunların bir kaçıyla aram fena değil. Ama eskisi kadar sıkı fıkı olamıyoruz maalesef. İşin garip tarafı ve benim de kendimi sorgulamama neden olan konu ise bunları gösterme biçimim. Mesela özlem duygusuna çok aşina değilim, hissettiğim zaman “Hmm sanırım bu özlem olsa gerek” diyorum ama ne yapmam gerektiğini tam olarak kestiremiyorum. Sinirlenmelerim en çok kendime. Sevinç ve hüzünlerim uzun zamandır içimi kemiren kurtlar misali dışarıda pek baş göstermiyor.

Bu gün işten eve gelirken düşündüm. Sanırım “modern zaman insanı” denilen varlığın genel sorunları bunlar. Her daim yapmak zorunda olduğumuz şeyler var. Üzüntümüzden gebersek bile işimize gitmek zorundayız mesela, ya da sabahın köründe bile leş gibi kokan bi adamı tutup otobüsün camına vurmak yerine orda yokmuş gibi davranıyoruz, gitmesi için dua ediyoruz. Tek yaşıyorsanız hele, bi dünya sorumluluğunuz var o eve ait. Ölseniz de kalsanız da yapmak zorunda kalıyorsunuz.

Aşık oluyorsunuz, gidip kapısında yatmak istiyorsunuz ama para kazanmanız da gerekiyor, bırakamıyorsunuz.  Kabuk üstüne kabuk örüyorsunuz kendinize insanları yalnızlığınızla korkutup kaçırmamak için. Sadece kelimelere inanıp karşı tarafında dürüst olduğunu düşünüp sabahlara kadar yazışıyorsunuz sosyal medya üzerinden ya da ordan buradan, reklama gerek yok şimdi. Oyunlar buluyorsunuz kendinizi uyuşturmak için, içimizdeki boşluğu doldurmak için.

Bense çaba sarfetmekten hala vazgeçmedim. Biliyorum ki, bir arkadaşınızla karşılıklı çay içip sohbet etmenin yerini hiç bir şey tutamaz, tutmamalı. İstanbul’da ya hangi lanet büyük şehirde yaşıyorsanız, o şehrin sizi yutmasına izin vermemelisiniz.  Savaşın demiyorum, sadece tadını çıkartmaya çalışın. Çünkü tek bir lamba kapanmasına bakıyor olay. Sonrası “Hallellujah”..

Bu günlerde Amy Winehouse’un ölümüyle burun buruna yaşadığımız için sanırım çokça düşünüyorum bu mevzuları. “Nasıl yazmış bu kadın bu sözleri” dediğim şarkılar, “Şuncacık kızsın nerenden çıkartıyorsun o sesi” dedim müthiş bir ses ve MP3 çalarımda hiç eksik olmayan albümleri. Zaman zaman buhranlı dönemlerimde kendime benzettiğim hatta “Aramızdaki tek fark O’nun milyonlarının olması” diyerek baya bi samimi olduğum kadının ölümü beni çok düşündürtmekte bu ara. O kadar ince bir çizgi ki bu, öbür tarafa geçmeniz an meselesi.  Siz öbür tarafa “ölüm” deyin ben “delirmek” diyeyim, başkası “aşık olmak” desin. Fark etmez. İşte tam da bu anda burada defalarca yazdığım “bilmek yerine inanmak” bahsi açılıyor.

Bilmek de işinize yarayacaktır. Ama inanmak sizi hayata bağlar, nefes almanızı sağlar, devam etmenize yardımcı olur. Neye ya da kime inandığınız da çok önemli değil aslında. İster kendinize, ister Buddha’ya ister İETT şoförüne inanın hiç fark etmez.

Modern insanlarız ya biz her şey sorgularız, materyalistiz ya görmeden inanmayız. Realizm kıçımıza kaçar bizi kabız yapar yine de fark etmeyiz. 

Boşverin bunları. Siz inanın. Başka türlü yaşanmaz başka türlü sevilmez.

-Bitmez-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder